30 Eylül 2011 Cuma

Bir Zamanlar Anadolu'da



Nuri Bilge’nin filmlerini izlerken filmde esen rüzgarın bana doğru estiğini hissettiğim çok olmuştur. Ve Nuri Bilge Ceylan karakterlerinin sıkıntısını seyirciye öyle bir geçirir ki bir of çekersiniz filmi izlerken. Filmdekiler gider bir yola, siz kalırsınız sinema salonunda.

Bu filmde uçsuz bucaksız gibi gözüken Anadolu bozkırlarında yolculuk eden savcı-doktor-asker-komiser ve onların yanında çalışanlar film boyunca suç mahalli tespiti yapmak için yolculuk ediyorlar. Kısa ama uzun bir yolculuk bu, hava gibi kapalı ruhlarla, kuru Anadolu toprağında yapılan. Yavaş, çünkü hayat bozkırda yavaş, çok yavaş.

Filmdeki dialoglar tek kelimeyle muhteşem. Sanki karakterler yanı başınızda, sanki bu olayın içindesiniz. Köy’e gittiklerinde muhtarın "bir kavanoz bal koy misafirlere" hareketi, kimbilir kaçımızın hayatından bir sahne. Tüm dialoglar Türkiye’de her gün tekrarlanan cümleler, kelimeler, ve bunları bu kadar gerçek kılan tabiki birbirinden usta oyuncular.

Bu kadar yerel bir filmin uluslararası başarı kazanması da Ceylan’ın muhteşem yönetmenlik becerisi işte. O rüzgarı içinizde estirmesi, o morga sizi sokması, o dialogları size yaşatması.

Bir de meslekten midir nedir öyle çok güldüm ki bazı sahnelerde. Özellikle tespit sahnesi benim için klasik olmaya aday. Nuri Bilge Ceylan’ın zekice filme soktuğu durum komikliğini, en ciddi hikayede bile kaybetmediği muzip duruşunu çok seviyorum.

Filmle ilgili en çok hoşuma giden sanırım herkesin hikayesin usul usul, ince ince işlenmesi. Hiçbir hikayeyi gözümüze sokmuyor Ceylan. Bir dram var, onu ortada bırakıyor, bir ceset var, siz gülebiliyorsunuz. Savcı, polis, doktora ilişkin, birer kelime, fotoğraf, bir bakış, bir cümle. O kadar. Ama işte orada o hikayeler ve hepsi birbirinden ustaca kurmaca. Ya da bir elmanın sürüklenmesi doğada, kimsenin farketmediği o elmanın oraya nasıl geldiği, Ceylan için detay değil, bir mucize adeta.

Ben bu filmi çok beğendim. Bir sonraki filmi bekler oldum. Ama Nuri Bilge Ceylan’ın tarzının sevmeyenler, ilk kez izleyecekler için bu film yorucu gelebilir, bu bir aksiyon filmi değildir, bu bir Nuri Bilge Ceylan filmidir. Baştan uyarması.

Edit: Komiser'in "bu dünyada halay başı olacaksın", "bülbül gibi şakıyo seninkisi" repliklerine hala gülüyorum.

27 Eylül 2011 Salı

Kaybedenler Klübü: izleyin kaybetmezsiniz


Dün Kaybedenler Klübünü izledim. O programı hiç dinlemediğime hayıflandım. Filmi çok sevdim ama özellikle filmdeki bazı şeyleri çok sevdim:
 
90’ları sevdim.
Kadıköy’ü sevdim.
Filmde çalan şarkıları,
Dialogları sevdim.
O samimiyetin gerçek oluşunu sevdim.
En çok aklından geçen şeyleri söyleyebilmeyi,
ve ne olursa olsun özgürce, sınırsızca konuşabilmeyi sevdim.
Trip’i sevdim.
Filmde geçen kitapları,
Amirlikleri sevdim.
Filmin çekimlerini sevdim.
Bir şeyi paylaşmanın güzelliğini sevdim.
Olimpos’a gidip o bankta oturma ihtimalini sevdim.
Ama Olimpos’a gidip o banka istediğim zaman oturamama ihtimalini sevmedim.
Bir de
90’ları özlemişim.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Ceza olarak kadın taraftar

Fenerbahçe'nin Manisaspor ile 20 Eylül 2011 Salı günü oynayacağı maçı yalnızca bayan taraftarlar ile çocuklar izleyebileyecekmiş.


Ceza olarak kadın taraftar: ağzı var dili yok. Maşallah

Şimdi bu durum bir tek bana mı garip geliyor? Şaka mı değil mi diye bir kaç kere okudum. Yani bence olay şöyle basit:

Fenerbahçe cezalandırılıyor.
Ceza da maçı kadın ve çocukların izlemesi.

Bir kadın olarak diyebileceğim: çok mersi! Yani bizi ceza olarak görüyor resmen bu uygulama. Nasıl bir mantık anlamadım. Ben erkeğin yanında ona eşit olarak maç izlemek isterim kardeşim, stada ceza olarak getirilmek değil.

Türkiye'de bir kadın olarak giyinmenin dayanılmaz ağırlığı

Sürekli bir özgürlük kısıtlaması, bir tedirginlik. O baktı, bu bakacak, oradan hızlı geç, bu mahalle nezih, rahatla, adam geliyor, başını önüne eğ. Kız doğmuşsun çünkü, ne giysen ne yapsan günahkarsın, davetkarsın, suçlusun. Sana laf atsa, hatta taciz etse senin suçun, senin yaptığın terbiyesizlik çünkü, evinin dışındasın, olmaman gereken yerdesin, sokaktasın.
Annemle alışverişe çıkardık. Bir elbise beğenirim, annem “güzel ama İstanbul’da giyilmez, nerde giycen, bi haftalık tatil için almaya değmez” derdi. İstanbul’da giyilmeyecek kıyafetler dizde elbiseler ya da sadece askılı olduğu bu şekilde kategorize edilirdi. Aslında İstanbul’da giyillirdi. Çünkü ülkemizde İstanbul’un giyiniş kuralları ve Bodrum’un giyiniş kuralları diye ayırım yapan bir yönetmelik yok. Bu iki yer arasında tek bir fark var o da erkek sayısı, yani “bakan” erkek sayısı. Yani aslında sokakta pislik gibi bakmasalar, rahatsız etmeseler, laf atmasalar, ayıplamasalar, suçlu gibi psikolojiyle hayatınız o elbiseyi giydiğiniz için zindan olmasa pekala o aynı elbiseyi İstanbul’da da Bodrum’da da rahatlıkla giyebilirsiniz. Ha Bodrum’da çok mu farklı? Sadece sayıca diyelim. Orada da pekala gördüğü her bacakta tipi kayan sinirinizi bozacak tipler mevcut.
Normal bir eylem olarak yürümek. Yürüdüğünüz muhite göre anormal olabilir.
Bunun yani bu kısır döngüyü delmenin tek çaresi var. Kendini kısıtlamamak, takmamak, ben öyle yapmaya çalışıyorum. Bu ömrümde, gençliğimde giyinmeyeceğim de ne zaman giyeceğim. Yazlarım kot pantalonun içinde pişerek mi geçsin, püfür püfür eteklerle mi? Yapacak bir şey yok giyiniş farketmez, kapalı bile olsa memleket kadın görünce garipseyen, onu topluma ait görmeyen, görmediği için sokakta yürüyen kadına her şekilde davranabileceğini düşünen erkeklerle dolu. Bir de şu zihniyet var, açtığına göre bakarım. Yani kolunuzu da açsanız o bakar. Bileğinizi bile göstermeseniz yine de bakacak zaten. Çünkü o zihniyete göre kadınsanız zaten her türlü davranışa müstahaksınız.
İşte bunlardan hareketle ben sokakta gördüğüm nerede rahat giyinen, takmayan, şortlu, kısa elbiseli kızlar görsem içten içe destekliyorum, takdir ediyorum. Başın öne eğilmesin aldırma kızım aldırma, o ne derse nasıl bakarsa baksın aldırma kızım aldırma… 

13 Eylül 2011 Salı

İSKENDER -ELİF ŞAFAK


Elif Şafak romancıdan çok hikayecidir benim için. Çünkü her kitabında bir roman bütünlüğü ve kurgusundan çok ayrı ayrı hikayeler vardır. Bu hikayeleri ustaca birleştirdiğinde romana yaklaşır. Pinhan, Baba ve Piç bu yüzden güzellerdir, hikayeler erir birbirinin içinde adeta, masal içi masal, hikaye içi hikaye olur, geriye zihninizi hep meşgul eden güzel hüzünlü izler bırakır.
Okumadığım ama fikre isyan ettiğim Kağıt Helva’dan sonra Elif Şafak’tan beklentim büyüktü yazarla barışmaktı dileğim ama pek de öyle olmadı.

Çok özür diliyorum. Aratınca bunlar çıkıyor. Kaldırırım yakında ama nefis valla

Tabi ki kitaptan önce gelen dev afişlerde gördüğüm Elif Şafak soğuttu beni. Kitaptan değil, tabi, yazardan. Albüm kapaklarına resimlerini boy boy koyan popçu değildi Elif Şafak, kitapları milyonlar satıyorken sansasyona neden ihtiyaç duydu onu da bilemiyorum. Neden erkek kılığına, kahramanının kılığına girdi. İnanın ki merak etmiyorum. Ne gerek vardı dedim, ama ön yargılara karşıyım. İskender’i aldım, bir çırpıda okudum.
Bir çırpıda kolaycacık okunan bir kitap İskender. Dili basit bir Türkçe. Elif Şafak’ın ağdalı dili, Osmanlıca ve Türkçe’den özenle seçilmiş kelimeler ya da şiire yaklaşan cümleler yok. Ki basit de olabilir dil, sorun yok, ama işte Elif Şafak’tan bildiğimiz izler yok (bence) bu kitapta.
Sanırım öncelikle kitabın adından başlamalı. Aşk’ta beni çok rahatsız eden ve kitabı sevmemi engelleyen şey burada da vardı. Batı’da kitabın satılma kaygısı duygusu, ya da izlenimi diyelim çünkü bu benim kişisel görüşüm. Mesela İskender ismi. Sanki olmamış, İngiltere’de Alexander’a Alex’e uygun olsun diye seçilmiş belli ki. Ama bu zorlama geldi işte. İsme ısınamadan başladım kitaba öncelikle. Adını yurt dışı baskılarında Elif Shafak olarak değiştiren birinden başka bir şey beklememeli belki.
Sonra kitabı okurken afişlerdeki resme ve kitabın kapağına  döndü gene olay. Hayır yazardan bağımsız olarak. Burada çok temel bir hakkımızı elimizden almış Elif Şafak. Okurun kitap kahramanlarını hayal etme hakkı! Kitapta nerede İskender geçse gözümün önünde Elif Şafak’ın erkeğe benzemeyen erkek hali! Böylece o kavgacı İskender oldu sana feminen bir surat. Bir de İskender 15 yaşında ama Elif Şafak olgun haliyle geliyor gözümün önüne. Engelleyemiyorum, çünkü her kitabı elime aldığımda o yüz!

Kitabı okurken zihnimde canlanan şey. Elif Şafak'ın erkek versiyonu.
Kitabın içine girelim birazda. Dediğim gibi iyi bir hikayecidir Elif Şafak. Burada da hikayeler var, doğudan, batıdan, çeşitli insanlar, karakterler. Bu sefer çok fazla insan doluşmuş sanki ama sanki hepsi eksik, bir yere oturamayan. Mesela Pembe’yi ayarlamak için hemen bir Rum kökenli sıkıştırmak, işgalcileri romana sokmak, inandırıcılıktan uzak geldi bana. Tıpkı Aşk’ın içinde sırıtan ve inandırıcılıktan uzak Ella Rubinstein gibi, burada da klişe karakter sendromu yaşadım. Sanki bir hikayenin farklı yüzleri değil de, bir gelecek bir geçmiş, tamam bir aileye bağlanan ama hikayeye bağlanamayan, zorla seçilmiş bir araya konulmuş insanların konuşmalarından oluşur gibi geldi bana bu kitap. Yazarın hayal gücüyle ama zorlamayla, inandırıcılıktan uzak bir şekilde bir araya getirilen insanlar topluluğunun, derinlikten uzak kısa tasvirler, karakteri yansıtmayan betimlemeler eşliğinde geçiş töreni gibi.
Bilmeyen kalmadığı üzere orijinal kitap kapağı

Sanki İngiltere’de konusunu geçireyim, işgal evlerini koyayım ama otantik bizden şeyler de olsun, kürt olsun içinde ama orda yaşamasın, oraya ait bir şeyler olmasın kitapta çünkü orayı bilmiyorum, sonra cinayet olsun, şaşırtma olsun diye düşünülmüş de içine kahramanlar yerleştirilmiş bu kitabın. İşgalci hippiler, Pembe’ye bağlanmış ama bağlanamış alında, Elias Pembe’ye aşık olmuş ama havada, İskender cinayet işlemiş ama ne hissettiği belli değil. Bu insanlar yabancı bir ülkede yaşıyor ama kitapta gurbet yok, buna dair bir duygu yok. Tobiko var bir de. İthal avokodo gibi, sofrada bulunan ama kimsede tat bırakmayan, ithal edilmiş kitaba. Ya da işte insan içe dokunan bir şey arıyor, bir duygu vermiyor sonunda, ne Esma’nın satırları, ne İskender’in Pembe’nin ruh halleri. Gerçek gelmediler bana işte, eksik kalmış, kopuk gibi…
Bence Elif Şafak çok güzel bir hikaye yakalamış aslında ama başka zorlama hikayeleriyle fikrini harcamış, bu yüzden de okuyucuya duygu geçirememiş.  Sorun bu belki de kitabı bitirdiğinizde sizde kalan duygu, işte bu eksik.
Sanırım ben kitabı okurken kalbimdeki hissiyatı sevmedim. Bir kurgu zorlaması şüphesi düştü içime, samimi gelmedi işte. Hissedemedim diğer Elif Şafak kitaplarında hissettiklerimi. Bundan sonra kalbinden yazsın Elif Şafak, cebinden değil diye düşünmeden edemedim. Budur benim pek kişisel izlenimim.

Bir Blog

Merhaba. Diyeceklerim var benim, söyleyemediklerim, gezdiklerim, dinlediklerim, gördüklerim, duyduklarım, tattıklarım var, bunları aktarmak istedim. Bir blog olsun dedim. Diyeceklerim oluyor çünkü, işte bu pencereden ara ara, zaman zaman diyecek var.  Sizinde varsa, buradan duyacak var.